<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d25605846\x26blogName\x3dKA%C4%B0NAT+FAK%C3%9CLTES%C4%B0\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLUE\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://medrese.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://medrese.blogspot.com/\x26vt\x3d459428335206301091', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>
Sitemiz 2008 Eylül ayından itibaren KAİNATAMEKTUP.com adresinden hizmet vermektedir.
Zaman zaman buraya da kayıt girilmektedir.

<$BlogDateHeade2008/08/09

<$BlogItemBody$

Salı akşamları 19:30'da Piri Paşa Medresesinde Tefsir usulü dersleri.


Bizim için sevindirici bir haber oldu. Haftalık şarj olamayınca yaşam kalitesi düşüyordu.
Güzellerle birlikte ol ki miski anber kokasın.
Hocamız besmele ile başladı bir ders geçti, Fatiha dedi, hamd kelimesini anlattı bir ders daha geçti. Anlayacağınız biz Fatiha Suresini iki ayda anca bitiririz.
/div>
nd #comments -->
<$BlogDateHeade2008/05/07

<$BlogItemBody$


Piri Paşa Medresesi müthiş bir final dersi ile 2007-2008 öğretim yılını kapattı. Bir daha ki döneme buluşmak dileğiyle...

Biz kendi derslerimize/ okumalarımıza devam edeceğiz. Muhabbet halkasını özlersek biliyoruz ki sabah namazı ardından sohbet var. Seher muhabbetine yetişmek için özel vasıta ihtiyaç, biliyoruz ki gerçekten istersek bu konuda çözülür.
İlmi arayan bulur, nasibi olan alır.

Yeni dönem kayıtları açıktır. Yaşayarak öğrenmek için yeni eğitim üslupları şart. Tefsir, Hadis dersleri ve özel seçilmiş haftanın konusunun işlendiği derslerimiz devam edecek.
/div>
nd #comments --> <$BlogDateHeade2008/02/10

<$BlogItemBody$

(Nahl Suresi 62. Ayetteyiz. Pazaratesi yatsı namazı sonrası. Arayanlar bulanlardır.)

Meali (Elmalı)
61- Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden hesaba çekseydi, yeryüzünde kımıldayan tek canlı bırakmazdı. Fakat Allah onları, belli bir vakte kadar erteler. Müddetleri (ecelleri) geldiği zaman, onu ne bir saat erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.

62- Müşrikler, kendilerinin hoşlanmadıkları şeyleri, Allah'a isnad ediyorlar. Dilleri, en güzel şeylerin kendilerine ait olduğunu yalan yere durmadan söyler. Hiç şüphesiz onlar için, sadece ateş vardır. Oraya en önde gidip kalacaklardır.

63- Allah'a yemin olsun ki, biz senden önce bir çok ümmetlere peygamberler gönderdik. Ne var ki şeytan, onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. Bugün de o şeytan, kâfirlerin dostudur. Onlar için acı bir azab vardır.

64- (Ey Resulüm!) Biz, sana bu kitabı (Kur'ânı) sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklaman için ve iman edecek topluma bir hidayet, bir rahmet olsun diye indirdik.

65- Allah gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat verdi. Şüphesiz ki bunda dinleyen bir millet için büyük bir ibret vardır.

Tefsiri (Elmalı)
61-Allah böyle her şeyden üstün ve hikmet sahibi iken ve O'nun hakkı en yüce ve en güzel vasıflarla vasıflanmak iken:

62-63- Bir de tutarlar kendilerinin hoşlanmayacakları şeyleri Allah'a isnad ederler. Çünkü kız çocuklarından hoşlanmazlar. Allah'ın kızları var derler; kendileri başkanlıkta ortaklıktan hoşlanmazlar, Allah'a ortak koşarlar; kendileri elçilerine saygı gösterilmesini isterler, Allah'ın peygamberlerini küçümserler. Putlarına kıymetli mallarını sunarlar, beğenmedikleri değersiz mallarını Allah için vermeğe kalkışırlar...

65- - Kulağı bulunan, dinleyecek olanlar, burada ölümden sonra dirilmeye sebep olan gökten suyun (yağmurun) indirilmesi hatırlatılırken buyurulması dikkate değer. Halbuki suyun inmesine uygun olan dinlemek değil, görmek veya düşünmek görünür. Şu halde bunda önemli bir nükte vardır ki, o da zikredilen suyun, Kur'ân'ı temsil ettiğine işarettir. Çünkü Ra'd Sûresi'nde (13/17) âyetinde de bunun bir benzeri geçmişti.

Etiketler:

/div>
nd #comments --> <$BlogDateHeade2007/06/18

<$BlogItemBody$

Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri, yakın dönemde ülkemizin siyasî hayatını etkilemiş bir alim ve şeyh olarak, İslâmî kesim dışındaki çevrelerin de dikkatini üzerine çekmiş bir isimdir. Bununla birlikte siyaset onun asıl meşguliyet alanı değildir ve Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) denilince akla gelen ilk kavram, bu sempozyumun isminde de olduğu gibi tasavvuftur. Kendisi geleneksel bir eğitim almış ve asıl kişiliğini Osmanlı döneminde kazanmıştır.

Onun bu özellikleri, siyasi görüşleri konu edinildiğinde, yanlış birtakım kanaatlerin zemini olmaya son derece elverişlidir. Çünkü, günümüzde birtakım kategoriler ve etiketler revaçta bulunuyorlar ve bunlar şahıslara teşmil edilmiş durumdalar. Bu kategorileri ve etiketleri, gelenekçi İslâm-yenilikçi İslâm, siyasal İslâm-kültürel İslâm, elitist İslâm-popülist İslâm, sivil İslâm-resmi İslâm gibi ayrımlarda görmekteyiz. Bu kategoriler ve oluşturulan kavramsal çerçeveler gerçekte Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri gibi zatlar söz konusu olduğunda yanıltıcı olmaktadır.

Neden yanıltıcı olduğunu anlamak için İslâm siyaset düşüncesinin temellerine bakmak gerekir. İslâm siyaset düşüncesinin tarih içindeki gelişimine bakıldığında, siyasî görüşlerin mezheplere göre farklılıklar taşıdığını ve esasen bu mezheplerin oluşumunun yaşanan siyasî olaylarla çok yakın ilgisi olduğunu görüyoruz. Özellikle Ehl-i sünnet dışında kalan mezheplere bakıldığında, bunların siyasî olaylara gösterilen farklı tepkilerin Kur'an ve Sünnet'e dayandırılma çabasıyla oluştuğunu görmekteyiz. Ehl-i Sünnet'in ise, Mürcie gibi mevcut iktidarı meşrulaştırmaya çalışmaktan da, Haricîler ve Şia ölçüsünde kemikleşmiş bir düşmanlık ve muhalefetten de kaçındığını görüyoruz. Ehl-i Sünnet, siyasi görüşünü oluştururken, yaşanan siyasî çatışmaların duygusal olarak etkisinde kalmamaya özen göstermiştir.

Hicrî ilk asırlarda yaşanan olayların, siyasî düşüncelerin şekillenmesinde belirleyici öğe oluşuna benzer şekilde, son iki asırdır İslâm dünyasının Batı karşısında yaşadığı siyasî, askerî, ekonomik ve kültürel başarısızlıklar, Müslümanların siyasî görüşlerinde birtakım değişmelerin yaşanmasına yol açmıştır. Günümüzde Ehl-i Sünnet ve Şia gibi ümmetin bütün tarihini kapsayan ayırımlara itibar etmeyen, öte yandan gelenekçi-yenilikçi gibi ayrımları daha bir belirleyici gören yaklaşımlar türemiştir. Bu gelişme son derece tabiîdir. Çünkü, uzak geçmişte yaşandığı gibi, ortaya çıkan siyasî tablo, siyasî görüşlerin oluşumunda belirleyici olmaktadır. İnsanlar, yaşanan olayların etkisinde kalarak önce bir siyasî görüşler bütünü oluşturmakta, sonra da buna Kur'an ve Sünnet'ten dayanaklar aramaktadırlar.

Yakın tarihte bir mağlup sıfatıyla Batı'yla tanışan İslâm dünyasında ortaya çıkan ve, modernist ve yenilikçi diye adlandırılan hareketler böylesi bir gelişmenin bir ürünü kabul edilebilirler. Bu hareketler bir ölçüde Batı'daki anlayışların tesiriyle oluştuğu için, kavramsal çerçeveleri de Batı'daki kavramsal modellerden alınmadır. Bunun en tipik örneği, gelenekçi-yenilikçi ayrımıdır ve bu kategoriler Batı'daki dinden bağımsız, yani seküler bilimlerin kavramlarına dayanmaktadır.

Batı karşısında yaşanan başarısızlığın bir sonucu olarak oluşan bu akımlar İslâm dünyasında klasik mezheplere bağlı olarak devam eden "taklit" olgusunun yönünü değiştirmişler, kimi zaman yöntem çerçevesinde, kimi zaman da Batı'daki hakim eğilimlerle çatışan İslâmî hükümler bazında Batı'yı taklit etmeye başlamışlardır. Batı'daki anlayış biçimlerini İslâmî düşünceye taşırken karşılaştıkları teorik engelleri de, hadisler söz konusu olduğunda rasyonaliteyi temel alan sorgulayıcılıkları ile, Kur'an-ı Kerîm söz konusu olduğunda ise, vahyi, Peygamber Efendimiz SAS'in uygulamasından bağımsız olarak ele almak suretiyle aşmayı denemişlerdir.

Yenilikçi-gelenekçi gibi kategoriler, kendilerini bu kategoriler içinde tanımlayan modernist akımları tanımak için uygun bir araç olabilir, ama, biraz önce de belirttiğimiz gibi Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri gibi alimler söz konusu olduğunda, bu ayrım bilgilerimizi kısıtlayıcıdır. Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) zaten bu ayrıma yabancıdır. Onun için, yenilikçi olmak ya da gelenekçi veya gelenekselci olmak tartışmaya değen bir konu değildir ve esasında bu kavramları kullanmaz da...

Onun siyasî düşüncelerini anlamaya çalışırken aydınlatıcı olacak noktalardan biri, fikirlerinin hadis temelli oluşudur. Hayatı boyunca düzenli olarak Ramuzü'l Ehâdîs dersleri vermiştir ve kitaplarında başka hadîs külliyatlarından da çok yoğun biçimde badîs nakletmiştir. Onun hadîslerle olan ilgisinin boyutları kitaplarının muhtevası kadar, adlarından da anlaşılabilir: Eserlerinden birisinin adı "Hadislerle Nasihatler"dir. Bir diğer kitabı, "Hadislerle İlim" alt başlığını taşır. Siyasî görüşlerini de çoğu kez, konuyla ilgili hadîsleri açıklarken dile getirir. Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A)'in söylemiyle, geleneği sorgulamaktan ve kaynaklara dönüşten söz edenlerin söylemi arasında özde hiç bir ortak nokta bulunmamasına rağmen, o, kaynaklara yönelmiş bir alimdi. İslâmî bilgilerin öğrenilmesi konusunda şunları yazmıştır:

"Bunlar Türkçe kitaplardan öğrenilebilirse de Arapça'yı güzelce öğrenip Kur'an-ı Azimüşşan'dan, hadîs-i nebevîlerden ve fıkıh kitaplarından doğrudan doğruya öğrenmek daha evlâdır. Suyu membaından içmek başka ve bir de onu şişelerden alıp içmek başkadır." [1]

Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A)'in siyasî görüşlerini değerlendirirken bize ışık tutacak ikinci önemli nokta şudur: O, siyasî görüşlerini, belli bir bütün olarak kaleme almadığı gibi, tartışıla gelen siyasî görüşlerin tenkidi mahiyetinde de yazmamıştır. Bu yüzden, konuyla ilgili görüşleri, müşahhas olaylar hakkında yaptığı değerlendirmeler olarak kendini göstermektedir. Onun ilgi alanını kelime ve kavramlar değil, yaşanan hayat oluşturmaktadır. Bu yüzden Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) demokrasi, cumhuriyet, saltanat, laiklik gibi kavramların muhtevalarını tartışmaz. Bunun bir istisnası vardır, o da hilâfet kavramı...

Hilâfet kavramı etrafında yazdıkları, onun neden gelenekçi, yenilikçi gibi bir ayırımın konusu olamayacağını da ortaya koymaktadır. Gelenekçi olmanın işaretlerinden biri olarak genellikle, geçmişi sorgulamamak gösterilmektedir. Yenilikçi olduklarını söyleyenlerin yöntem olarak seçtikleri seçmecilik de buna işaret etmektedir. Yani gelenek olarak kendini gösteren birikimi sorgulayıp, beğendikleri unsurları kabullenmeyi yöntem olarak seçmişlerdir.

Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) için geleneğin bütünüyle kabulü söz konusu değildir. Hilâfet kavramı çerçevesinde şunları yazmıştır:

"Zavallı Sultan Selim! Mısır'ı zaptedip, hilâfeti alıncaya kadar kim bilir ne kadar can, mal telef olmuş; bunun hesabını kim bilir nasıl ödeyecek? Halbuki asıl hilâfet ulemâ-i kirâmın hakkıdır. Halife olup da saltanat sarayında oturup çalım satmak, "Ben de halife-i müslimînim!" diye övünmek, herhalde doğru bir şey değildir. Halife-i müslimînim der, öte tarafta Avrupa'nın kanunlarını alır, giyim tarzını alır; süs, saltanat ve israfa boğulan koca koca sarayları yaptırır. İçinde de enva-i çeşit günahlarla; nadide, güzel, kibar saray hanımları, cariyeleri, hizmetkârları... Acaba bunların hangisi halifeye ve hilâfete yakışır?..

Halife demek, Peygamber'in eşyasına sahip olmak demek değildir. Belki onun yaşayış ve harekâtını benimsemek ve sonra da buyurduğu sünnet yolundan ayrılmamaktır." [2]

Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A)'e göre, Raşid Halifeler dönemi, hilafet-i hakîki'nin yürürlükte olduğu dönemdir. Konuyla ilgili olarak şunları yazmıştır:

"Hilafetleri altı sene olmakla, hilafet emri Hazret-i Ali Efendimiz'le hitam bulmuştur. 2 sene 4 ay Hazret-i Ebu Bekir, 10 sene Hazret-i Ömer, 12 sene Hazret-i Osman, 6 sene de İmam Ali, toplam 30 sene 4 aydır ki; 'Benden sonra hilafet 30 senedir' hadîs-i şerîfi ile hilâfet-i hakîkî tamam olmuştur. Ondan sonraki Emeviyye, Abbasiyye ve Osmaniye hilâfetleri, hilâfet-i kâmile ve hakîkiyyeye hamledilmiştir." [3]

Konuyla ilgili olarak yine şunları yazmıştır:

"Bu hilafet İslâm ulemasının hakkı iken, ipin ucunu kaçırmışlar ve idareleri güçlü kuvvetlilerin ellerine bırakmışlar." [4]

Bütün bunlar O'nun, Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri'nden yaptığı çok uzun bir iktibasta yer alan şu ifadeyi benimsediğini göstermektedir:

"Hakikatte ulül-emr mürşid-i kâmildir." [5]

Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A)'in görüşler bütününü ele alırken, göz önünde tutmamız gereken bir başka temel nokta, onun asıl vurgusunun ahlâk üzerinde oluşudur. Daha önce sözünü ettiğimiz ve günümüzde bazı çevrelerde revaç gören kategoriler ise, seküler bilimlerden ithal edilmiş oldukları için ahlâkî bir muhteva taşımazlar. O, ahlâk olgusuna verdiği önemden dolayı, hilâfeti temsil noktasından eleştiriye tabi tuttuğu Yavuz Sultan Selim'i, başka özellikleriyle övgüyle anar:

"Padişah [Yavuz Sultan Selim] bazı memurların yanlış hareketlerine kızmış, bunlardan 150 tanesinin idamına hükmetmiş. Zenbilli Ali Efendi, padişaha gidip hem nasihat eylemiş hem de bu yüzelli kişiyi affettirmiş. Koca bir padişahın böyle tevazû gösterip, şeyhülislamını kırmayışı ve aynı zamanda bu mücrimleri affedişi çok, hem de pek çok takdire şâyandır. Bu da bize insanlık nümûnesidir. Muhterem zât Mekke-i Mükerreme'yi fethettiği zamanda, hatip hutbesinde Yavuz Sultan Selim'i [Hâkimü'l-Haremeyn diye] methederken "Hâdimü'l-Haremeyn, de!" diyerek hatibi ikaz eylemiştir. [6]

Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri'nin siyasî görüşlerini anlamak için, göz önünde tutulması gereken bir başka nokta, onun her zaman ideal olanı, daha doğrusu İslâm hukukuna uygun olanı ortaya koymayı bir görev bilmesi, fakat fiilî [de facto] durumu da dikkate alıyor oluşudur. Bu yüzden, hilâfet konusunda yazdıklarıyla dolaylı olarak saltanatı benimsemediğini ortaya koymakla birlikte, yeri geldiğinde olumlu yanlarıyla Osmanlı padişahlarını takdir etmektedir. Onun bu yönü, şu ifadesinde kendisini daha açık olarak göstermektedir:

"Müslüman devletine, milletine ve işine sadıktır."

Bu cümlenin devamı olarak yazdıkları ise, o'nun, Batı'da belirli ekonomik, siyasî ve sosyal olayların bir sonucu olarak ortaya çıkan demokrasinin kurum ve kurallarını benimsemediğini gösterir:

"Müslüman devletine, milletine ve işine sadıktır. Grev bilmez. İşine gelmiyorsa başka yerde iş arar. Adamın fabrikasını kapatmağa, onun fabrikasını dağıtmağa kimin hakkı var? Mutlaka istediğimi ya vereceksin veya senin fabrikan çalışmayacak. Davul, zurna, burada grev var... Şimdiye kadar bunu hangi müslüman yapmış? Ama hakkı verilmiyormuş... İş her yerde var... Ama bunu anlatmaya imkan yok." [7]

Şüphesiz bu ifadeleri, onun işçilere kıymet vermiyor oluşundan değil, Batı'daki işçi-işveren münasebetlerinin bize aktarılmasını İslâm'la bağdaştırmamasından kaynaklanmaktadır. Bunu, şu ifadeleri ortaya koymaktadır:

"İşte müslümanlığın çökmesine en büyük amil, müslümanların hakiki müslüman olmayıp servet ve bilgilerine mağrur olarak, fukara ve zuafanın, bahusus işçinin hakkına riayet etmeyip, onlara İslamî ve insanî muamele yapmadıklarından dolayı; hem ahiret saadetlerinden mahrum olurlar, hem de İslâmiyet'in çökmesine sebep olduklarından, en büyük kabahat bunlara teveccüh eder." [8]

Sendikalaşma ve grev hakkı Batı demokrasilerinin vazgeçilmez kurum ve kuralını oluşturmaktadır. Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) demokrasi kavramını ve bunun muhtevasını değil, yaşanan bir olay olarak müşahhas bir durumu tartışma konusu yapmaktadır. O'nun, Batı'dan aktarılan kavramsal çerçeve ve modellere kıymet vermediğini, yaşanan olayları kendi kavramsal modeli içinde değerlendirmeye tabi tuttuğunu görmekteyiz.

Demokrasinin temel kuralı olan seçim ve oy verme olgusuyla ilgili olarak yazdıkları, O'nun bu özelliğini çok açık biçimde yansıtmaktadır:

"Muaviye RA da, 'Bir kişi rey sahibi olamaz, ta hilmi cehline galip olmadıkça...' diyor. Demek ki, hakikat-i re'yin yaşın on sekiz olmasıyla değil, aklın kemale gelmesiyle gerçekleşmiş olacağını bildiriyorlar ki, pek mühimdir ve üzerinde durulmaya değer. Daha sonra da şunları ilâve ediyor: 'Sabrı da şehvetine galip gelmesi gerekir.' Tabii bu da pek kolay değildir, ilmindeki kuvvet ve kemale vabestedir.

Şu halde re'y sahibi demek, hilmi cehline, sabrı da şehvetine galip olan demektir ki, o da ancak ulema-yı zevil ihtirama mahsustur. Bugünün re'yi, mâlum olduğu vechile on sekiz veya yirmi yaşını dolduran kadın erkek her insana, gerek cahil, gerek alim, gerek hasta, gerek ihtiyar, gerek sakat herkese şamildir. Halbuki bu zavallıların çoğu, evinin idaresinden bile aciz, aklı hiç bir şeye ermeyen kimselerdir. Kim nereye çekse o tarafa gitmeğe meyyal; hani akan suyun içindeki ufak taş, kumların suyun önünde yuvarlandığı gibi, idarecilerin önünde yuvarlanıp giderler ki, böylelerinin memleket için çok büyük zararlar îrâs edeceğinden şüphe yoktur." [9]

Ancak Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) oy verme konusunda fiilî durumu da dikkate alır ve şunları yazar:

"Seçim zamanı kullandığımız reyler bizim hangi tarafın adamı olduğumuzu açıkça göstermektedir. Hiçbir müslüman açlıktan öleceğini bilse bile, bir Allahsıza, bir dinsize, hir masona ve bir caniye katiyen rey veremez ve onların tarafını tercih edemez." [l0]

Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri, oy konusuna yaklaşımı yanında, parti kurumuna yönelttiği eleştirileriyle de, Batı demokrasilerini beminsemediğini ortaya koymaktadır:

"Particilik müslümanlığa yakışan bir şey değildir. Müslümanlık bizden daima vahdet ve birlik ister." [11]

"Evvela partiler hiç de doğru olmayan bir teşkilattır. Zira birinci zararları, memleketteki vahdeti, birliği bozmaktır. Herkes kendi mensup olduğu partiye, onu müdafaa sadedinde çok gayret sarf eder. Bunlar arttıkça, büyük bir nehir birçok kollara ayrıldığı zaman nasıl zayıflarsa, işte milletler de böyle bölündükleri zaman öyle zayıflarlar." [12]

Parti kurumuna bağlı olarak, bürokrasinin iktidarlara bağımlı olmasını da son derece zararlı bulur:

"Her gelen idarecinin ilk vazifesi, iş başındaki eski sakıt idareye mensub, senelerin tecrübesine sahip iş adamlarını hemen değiştirmek ve yerlerine kendi adamlarını oturtmak oluyor ki, çok yanlış bir zihniyet olsa gerektir. Çünkü hiçbir memurun, hiç bir idarenin adamı olmaması ve yalnız milletin işlerini görmeye matuf, seçilmiş, tecrübeli ve ahlâken temiz kimselerden olması gerekir." [13]

Grev ve oy konusunda yazdıkları, onun hak ve özgürlükleri kaale almadığı anlamına gelmez. Daha doğrusu o, bizim demokratik diye nitelendirdiğimiz hak ve özgürlükleri, demokrasiyle olan ilgisi bağlamında ele almaz. O, tartışma konusu yaptığı müşahhas olay ve durumları, demokrasi ile ilgisi noktasından görmez. İnsan hakları konusunda şunu söyler:

"Memleketimizde insan hakları beyannamesinin mer'iyette olmasına rağmen, giyim hürriyeti yoktur. Kisve kanunu vardır." [14]

Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri'nin hak ve özgürlükler noktasından Osmanlı dönemini Cumhuriyet döneminden üstün bulduğunu görmekteyiz. Daha önce Yavuz Sultan Selim'le ilgili olarak alıntıladığımız övgüsünü şöyle sürdürür:

"Allah-u Teâlâ cümlesinden razı olsun, seyyiatlarını da hasenata tebdil eylesin. Vurduğu kırdık, kırdığı kırdık, kendini bilmez sarhoşların, huysuzların şerrinden de cümlemizi muhafaza buyursun." [15]

Cumhuriyet döneminin hak ve özgürlüklerle ilgili uygulamalarını şu sözleriyle yerer:

"Bu hilâfet İslâm ulemasının hakkı iken, ipin ucunu kaçırmışlar ve idareleri güçlü kuvvetlilerin ellerine bırakmışlar. Onlar da bizim elimizden bütün hürriyetlerimizi almış, mektep, medrese ve tekkeler kapatılmış ve birçok ulema-yı kirâm, Şeyhülislam Sabri Efendi, Zâhid Kevserî ve emsali zevat memleketten kaçmış ve birçoğu da kovularak bir daha memlekete sokulmamıştır. Bu acı azmış gibi, hocaların sarıklarını cami dışında sarmamaları emredilmiş, hatta bir vakitler Kur'anı Kerîm'i okuyan ve okutanların tecziyesine kadar gidilmişti. Lehülhamd o günler geçti, İslâmiyet yine ayakta." [16]

Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri, müslüman halkın hak ve özgürlüklerine sahip çıkmasını, tepkisiz kalmamasını savunur:

"Bir taraftan müslümanız diye iftihar ederken, diğer taraftan Allah'ın emirlerini yerine getirmeye çalışanları ve öğretenleri zindanlarda çürütmek ne oluyor? Artık müslümana bu kadar gaflet yeter. Uyanmalısın, yoksa sen sustukça daha ağır hakaretlere maruz kalacaksın." [17]

"Emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münker müslümanın, namaz borcu gibi borcudur. Mutlaka elinden gelen herkes, dilinin döndüğü kadar dinini müdafaa edecek ve onu başkalarına çiğnetmeyecektir." [18]

Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri, ülkemizin tam anlamıyla bağımsız olması için ekonomik ve askerî bakımdan son derece güçlü olması gerektiğine inanır:

"Şimdiki cihad ise mâlum; din ve dünya ilimlerine, sanat ve ticarete tamamı ile hakim olmadıkça hürriyet hasıl olmaz." [19]

Bu nedenle de güçlü ve kuvvetli olmak için her çareye başvurulmasını ister:

"Artık nüfusun çokluğunun hatta cesaretin de kıymeti yoktur. Düşmana düşmandan daha fazla kuvvet ve kudrette olmak ve bunları onlardan almak sureti ile değil, bilfiil daha iyisini ve daha güzelini ve daha kuvvetlisini, onlardan daha çok ve daha muntazam bir şekilde yapmakla üstün gelinir." [20]

Batı'nın politikalarını şu cümlesiyle özetlemektedir:

"Amerika ve Avrupa'nın çılgın ve şımarık halkı, ister zengin, ister fakir olsun, hepsi nefislerinin esiridir. Gayeleri harp darp ve meşakkatlerle insanları ızdıraba düşürüp, top, tayyare, silah vesair malzeme-i harbiyeleri satıp para kazanmağa ve bütün milletleri elleri altına alarak iktisaden bunaltmaya ve kendilerine pay çıkartmaya bakıyorlar. [2 l]

Müslümanlar için temennisi ise, tam bağımsızlıklarını kazanmaları ve bir İslâm birliğinin kurulmasıdır:

"İnşaallah az bir müddet sonra hristiyan ellerinde esir bulunan diğer müslümanlar da hürriyetlerine kavuşur ve sonra da hep bir araya gelip elele verirler de dünyanın en muazzam ve yıkılmaz bir devleti olurlar." [22]

Sonuç olarak şu söylenebilir: Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri, siyasî görüşlerini oluştururken Batılı düşünce akımlarından etkilenmemiştir. İslâmî anlamda hukukî ve ideal olanla, fiilî olanı ayırmış ve her ikisini de dikkate almıştır. Görüşlerini teorik tartışmalar bağlamında değil, müşahhas olaylarla ilgili değerlendirmeler şeklinde ortaya koymuştur. Bu yüzden verimsiz ve kısır tartışmaların dışında kalmıştır.

İslâm ülkeleri için, siyasî alanda güçlü olmanın yolunun ekonomik ve siyasî güç sahibi olmaktan geçtiğini görmüş ve bunu tam bağımsızlığın şartı kabul etmiştir. Müslüman ülkelerin birliğini bir hedef olarak ortaya koymuştur.

Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A), hürriyet kavramını iktisadi bağımsızlıkla birlikte ele almıştır. O bakımdan özellikle çok sık ekonomik konuları işlemekte ve "Biz iktisaden paraya hakim olmadıkça, ve düşmanların yaptığı silahların teknolojinin daha iyisini yapmadıkça, tam hürriyete sahip olamayız." demektedir.

Böylece burada sözlerimi bitiriyorum. Beni dinlediğiniz için, başta hocalarımıza hürmetlerimi arzediyorum, hepinize teşekkür ediyorum.

13. 11. 1994 - Eskişehir

NOTLAR:

[1] M. Zâhid Kotku, Hadislerle Nasihatler, Seha Neşriyat, İstanbul 1984, c.1, s. 249

[2] M. Z. K. Cennet Yolları (Hadislerle İlim), Seha N. İstanbul 1985, s. 205, 206

[3] M. Z. K. Ehl-i Sünnet Akaidi, Seha N. İstanbul 1991, s. 232

[4] M. Z. K. Cennet Yolları, Seha N. İstanbul 1985, s. 207

[5] M. Z. K. Tasavvufî Ahlâk, Seha N. 4. Baskı, c. 1, s. 11

[6] M. Z. K. Ana Baba Hakları, Seha N. İstanbul 1985, s. 59, 60

[7] M. Z. K. Cennet Yolları, Seha N. İstanbul 1985, s. 176, 177

[8] M. Z. K. Mü'minlerin Vasıfları, Seha N. s. 17

[9] M. Z. K. Tasavvufî Ahlâk, Seha N. 4. Baskı, c. 1, s. 149

[10] M. Z. K. Hadislerle Nasihatler, Seha N. İstanbul 1984, c.1, s. 191

[11] M. Z. K. Cennet Yolları, Seha N. İstanbul 1985, s. 221

[12] M. Z. K. Mü'minlerin Vasıfları, Seha N. s. 118

[13] M. Z. K. Tasavvufî Ahlâk, Seha N. 4. Baskı, c. 1, s. 149

[14] M. Z. K. Tasavvufî Ahlâk, Seha N. 4. Baskı, c. 2, s. 111

[15] M. Z. K. Ana Baba Hakları, Seha N. İstanbul 1985, s. 60

[16] M. Z. K. Cennet Yolları, Seha N. İstanbul 1985, s. 207, 208

[17] M. Z. K. Tasavvufî Ahlâk, Seha N. 4. Baskı, c. 2, s. 82

[18] M. Z. K. Cennet Yolları, Seha N. İstanbul 1985, s. 362

[19] M. Z. K. Hadislerle Nasihatler, Seha N. İstanbul 1984, c.1, s. 179

[20] M. Z. K. Hadislerle Nasihatler, Seha N. İstanbul 1984, c.1, s. 177

[21] M. Z. K. Cennet Yolları, Seha N. İstanbul 1985, s. 146

[22] M. Z. K. Cennet Yolları, Seha N. İstanbul 1985, s. 207

/div>
nd #comments --> <$BlogDateHeade2007/06/06

<$BlogItemBody$

Kalbin askerlerini uzun uzun anlatmak çok sürer. Maksadı bir misal ile sana bildireyim: Beden bir şehre benzer. El, ayak ve azalar şehrin san'at erbabı gibidir. Şehvet, maliye müdürü gibidir. Gazab, şehrin emniyet âmiri gibidir. Kalb, bu şehrin padişahıdır. Akıl ise padişahın veziridir. Padişahın bunların hepsine ihtiyacı vardır. Memleketin idaresi ancak bunlarla yürür. Fakat maliye müdürü olan şehvet, yalancıdır, sebepsiz yere başkalarının işine karışır ve saçma sapan konuşur. Vezir olan aklın söylediklerine muhalefet eder. Şehvet daima, memlekette olan bütün malları toplamak, almak ister. Emniyet müdürü mesabesinde olan gazab, şerir, şiddetli, azgın ve serttir. Herkesi öldürmek, her şeyi kırmak, dökmek ister. Bunun gibi, şehrin padişahı daima veziri ile meşveret ederse [danışırsa], yalancı ve tama’kâr maliye müdürünü hırpalarsa, onun vezire uymayan sözlerini dinlemez, emniyet müdürünü onun peşine takıp sebepsiz ve lüzumsuz iş görmekten onu meneder, emniyet müdürünü, yapmak istediği haksızlıklardan dolayı döver ve incitirse, memlekette asayiş ve nizam olur. Bunun gibi, kalb padişahı, veziri olan aklın işareti ile iş yaparsa, şehvet ve gazabı zabt u rabt altına alıp (yani sıkıca tutup, idaresi altına alıp) akla uymalarını emrederse, aklı onlara tâbi eylemezse, beden memleketinin işleri düzgün olur. Saadet yolu ve Allahü Teâlâ'ya kavuşma yolu kapanmamış olur. Eğer aklı, şehvet ve gazaba esir ederse memleket harap olur. Padişah, bedbaht olup helak olur.
/div>
nd #comments --> <$BlogDateHeade2007/06/04

<$BlogItemBody$


Hata yapmayan değil, hatalarından en dikkat çekici fikirlerini damıtan bir simyacı, bir dahidir İbn-i Haldun.

Ben de kaçıp kurtulabilme şansım olsa bile , çağımın insanıyım. Evet, kendi çağımın insanı, Yani ben de çağımın içinde bulunduğu bozulma ve çürümüşlükten payını almış biriyim.

Rütbeler, sürgünler, kaçışlar, savaşlar, zindanlar, inzivalar, zikzaklar, ailevi trajediler, aşklar; kısaca, en yüksek makamlarla en büyük düşler arasında yaşanan kahramanca, ama bir o kadar da “insan”ca bir hayattır onunki.

“Bir bilgi duyduğunuz zaman onu taklitçi bir akılla değil, sorgulayıcı bir akılla kavrayın. Çünkü ilmin aktaranı çok, kavrayanı azdır.” (Hz. Ali)

İbn Haldun’ dan çağlar aşan sözler:

Şurası muhakkak ki , hayat her zaman her zaman gençliğin tazeliğine muhtaçtır.

Huzur ve sükunetin tadıyla sakinleşmek ve rahatlamak ne kadar güzel.

Bütün insanlar ve alimler politikadan ve entrikadan mümkün olduğunca uzak durmalıdırlar.

Fakat yozlaşma ve başıboşluğun kol gezdiği bir dönemde kim kendini huzurlu hissedebileceği bir yere varmayı umabilir ki?

Ben , komplo ve yolsuzluklarla ulaşıldığını iyi bildiğim yüksek makamlara ulaşmayı çok istemiş ve iktidarın gücü karşısında büyülenmiştim.

Ahlak ve edep konusunda gözle görülür bir yozlaşma mevcuttur. Genel olarak şehir kökenli insanlar ‘zevk ve sefa içinde, günahkar fikirlere sahip, meşru veya gayri meşru yollardan para kazanmak gibi bir gayretin içindeler.

Yargı kurumu, türlü ayak oyunlarıyla maddi ve dünyevi pazarlıkların arenasına dönüşmüştür.

Devlet , ağır bir despotizm içine girdiği zaman kusurlu yönlerini açığa vurur.

Günümüz devlet adamları sorumluluğu üzerlerinden atan , tembel ve dirayetsiz kişilerdir.

Yaşadığımız şu dönem yöneticileri ne kadar da zayıf ve işe yaramazlar! Siyaset ve kamu yararı noktasında hiçbir kabiliyetleri yok . En iyi becerdikleri şey komplo ve entrika tezgahlamaktır.

Yürüttükleri iktidar ister başarılı olsun ister başarısız olsun, bana göre halkı herhangi bir hafıza ve bilince sahip olmadan yönetiyorlar, sanki birbirleriyle çatışarak, hatalarını ve geçmiş dönemlerin yıkımlarını unutup onlara sarılırcasına, tarihe kulak vermeyi reddediyorlar.

Tarih bilimi, onun sırtından geçinen veya birilerinin paralı askerliğine soyunan tarihçilerin ellerinde yok olur. Bunlara göre “hakikat” , uzun çaba ve araştırmanın ardından yaklaştığımız sonuç olmayıp, egemen güç ve koltuğa kurulmuş iktidarın dikte ettiği şeydir.

Tarihe dair tek duymak istedikleri , seleflerinin savaşları ve şanlı zaferleridir. Bu durumda tarihçi kiminle konuşacak, bugüne yararlı olabilecek ne yapabilecektir.

Her iki coğrafyada da “şiddet” gerçeğin ta kendisiydi.

/div>
nd #comments --> <$BlogDateHeade2006/06/04

<$BlogItemBody$

Anlama; birşeyin ne demek olduğunu, neye işaret ettiğini kavramak, yeni bilgileri eskileriyle bir araya getirerek sonuç niteliğinde başka bir bilgi edinmektir.“Biz anlama sürecini kaynak ve alıcı açısından inceleyeceğiz. Kaynak, öğreme sürecini başlarken kişidir. Öğretimde bu kişi genelde öğretmendir. Alıcı ise gelen mesajları çözüp, anlamlandırıp tepkide bulunan kişidir. Bu kişi ise öğrencidir.” “Öğretmen; kendi yaşadığı çağın kültürünü, milletinin örf ve adetlerin gelecek kuşaklara taşıyan kişidir. Öğretmenin bunu yaparken kullandığı metodlar, bilgi aktarma yolları, öğrencilerin sorunlarına eğilme şekli, hepsi eğitim psikolojisinin kapsamına girer. Fakat öğretmen psikolog değildir. Psikoloji öğrenimi görmemiştir. Ayrıca ondan öğrencilerinin ruhsal yapılarını incelemesi de beklenmemektedir. Yine de her öğretmen insan psikolojisini biraz bilmeli, biraz psikolog olmalıdır.Her öğretmen, öğrencilerinin karşılanmayan temel duygusal gereksinimlerinin hayal kırıklığına ve başarısızlığa yol açtığının farkında olmalıdır. Bu arada, öğrencileri ile ilgili kesin yargıya varmadan, hangi durumda bir uzmandan yardım isteneceğini bilmelidir. Bu açıklamaları birkaç örnekle daha anlaşılır hale getirelim. Faruk altı yaşındadır. Resimlerinde hep aynı konuyu işlemektedir. “Bir ağaca iplerle sıkı sıkıya bağlanmış bir ev.” Öğreteni resimlere bir anlam verememektedir. Çocuk, evlerin kaçıp bir yere gidemeyeceklerini bilecek yaştadır. Fakat ısrarla, “Evleri ağaca bağlıyorum ki bir yere gitmesinler,” demektedir. Yapılan kişilik ve zeka testleri sonucunda uzman psikolog, okul öğretmeninin tahminlerinin aksine, çocuğun son derece zeki ve normal kişilikte olduğunu saptamıştır.Psikolojik eğitim oryantasyonlu bir öğreten Faruk’un resimlerinde birakıp kaçma temasını işlediğini bunun da duygusal bir sorundan kaynaklandığını anlayabilir. Faruk kendisinden bir şeylerin alınması endişesi içinde yaşamaktadır. Arkadaşlarının kendisini kandırıp kaçacaklarından ürktüğü için onlarla saklambaç gibi oyunlar oynamamaktadır. Bu yüzden arkadaşları onu bir garip ve bebeksi bulmaktadırlar. Okul öğretmeni de aynı düşünceyi paylaşmakta, çocuğun zekasından şüphe duymaktadır. Halbuki duygusal rahatsızlıklar, gelişim bozukluğu ve zeka geriliği semtomları ile benzer belirtiler gösterirler.Bu durumda uzmandan kişilik ve zeka testleri ile sonucu kaybetmesi isteneceğine, çocukla bire bir dertleşme yada ailesi ile yapılacak etraflı bir görüşme sonucunda sorun kolayca ortaya çıkarılabilirdi. Psikoterapide Faruk’la yakın ilişki kuran psikolog, onun şimdiki ailesi tarafından evlat edinildiğini öğrendi. Faruk daha önce de evlat edinildiği iki aile tarafından geri yollandığını anlattı. Çocuk kısacık yaşamında hiç ilgi ve sevgi görmemişti. Her an tekrar terk edilme korkusu ile yaşıyordu.Öğretmenler kesin yargıya varmadan önce mutlaka çocuk ve ailesi ile yakın ilişkiye girmeli, sorunun kaynağını araştırmalıdır. Sinan, resimlerinde hep bir apartman çiziyor, pencereden başkan çocuklar yapıyordu. Sorulduğunda, bütün çocukların pencerede annelerinin eve dönmelerini beklediklerini söylüyordu. Gerçekten, Sinanlar’ın oturduğu apartmanda bütün anneler akşam geç vakitlere kadar çalışıyor, çocuklarını evde bakıcıa bırakıyorlardı. Sinan yalnızlıktan doğan bu hırçınlığının nedenini açık ve anlaşılır biçimde ifade edebiliyordu.Demet, çok küçük yaşta anne ile babasını bir kazada yitirmişti. Ona kendileri için ağır bir yük olduğunu çeşitli yollarla anımsatan fakir dedesi ve ninesi ile yaşıyordu. Sevecen ve anlayışlı bir insan olan bayan öğretmeni, bu dünyada yapa yalnız kalmış çocuğun gerçekten bağlandığı tek insandı. Bayan öğretmen çok yakında evleneceği için, Demet öğremeninin de kendisini terkedeceğini düşünüp endişeleniyor, bu konuda çareler arıyordu. Sonunda duygularını yansıtan bir resim yaparak öğretmenine armağan etti. Resimde bir köşede anneannesini ve dedesini çizmişti. İkisi elele tutuşmuşlardı. Demet biraz öteren onlara bakıyordu. Kağıdın altına öğretmeni ve nişanlısını yapmıştı. Ama aralarında Demet vardı. Üçü de elele tutuşmuşlar,bir eve doğru yürümekteydiler. Resmi incleeyen öğretmen çok üzüldü.Böyle durumlarda öğretmenler çocuklara sevgi ve şefkat gösterirken çok dikkatli olmalıdırlar. Asla aşırıya kaçmamalıdırlar. Fazla ilgi öğrenmeni çocuğa karşı tek sorumlu duruma getirir. Çocuk öğremenine gereğinden yakın duygular beslerse, bunun ardından gelen hayal kırıklığı büyük sorunlara neden olacaktır. Diyelim ki, öğrenme zorluğa çeken bir öğrenci ile karşı karşıyasınız. Onu hemen tembellikle suçlamadan, zeka düzeyinden şüphe etmeden önce araştıracağımız alanlar neler olabilir?1. Öğrencide işitme zorluğu var mı?2. Öğrencide görme bozukluğu varmı?3. Öğrencinin bedensel bir özrü ya da kronik bir rahatsızlığı var mı?4. Öğrencinin duygusal bir rahatsızlığı var mı?5. Öğrencinin öğrenme ve başarı motivasyonu var mı?6. Ailenin çocuğa uyguladığı eğitim sistemi nedir? Baskıcı, aşırı otoriter ya da tam aksine tamamen kendi haline bırakılan bir eğitim sistemi olabilir. İkisi de aynı ölçüde zararlıdır. 7. Aile yapısı nedir? vb.”Tüm bunlar bize gösteriyor ki her insan ayrı bir evren. Öğrencilerimizin bireysel farklılıklarını gözardı ederek, onlara ilimleri şekerlemeler gibi tattırıp, hepsini aynı tip yağ bağlamış tavuğa döndürmeye hakkımız var mı?“Öğretici olarak dinleyicilerin ve soru soranların ferdi farklılıklarına son derece dikkat etmeliyiz. Herkese anlayışına, seviyesine göre hitap etmeliyiz. Herkesin sorusuna onu ilgilendiren kadarıyla ve durumuna uygun olarak cevap vermeliyiz.İmal el-Gaz’ali bu konuda şöyle demektedir. “Muallim, talebeye anlayacağı kadarını öğretmelidir. Aklının olmayacağı ve nefret ettirip aklını karıştıracak şeyleri ona anlatmamalıdır.Talebenin meselenin küntürü anlayacak kapasitede olduğunu gördüğünde ise her gerçeği ona anlatabilir. Alimin her bildiğini herkese anlatması da doğru değildir. Söylediğini anladığı halde bundan istifade edecek durumda olmayan talebe hakkında hüküm böyleyken, ya anlatılanı anlamayacak durumda olanın hali nasıl olur acaba? Bundan dolayı şöyle dermiştir: “Herkesi aklının durumuna göre ölç ve anlayışını terazide tart ki ondan selamette olasın, o da senden istifade etsin. Eğer böyle yapmazsan, herkesin kapasitesi ve durumu farklı olduğu için hep yanlışlarla karşılaşırsın.” “Eğitim ve öğretimi” sanatların en incesi olarak ele alan kudsi öğretmenin takip etmesi gereken yolun tevbih ve kınama olmayıp, lütif ve rahmet olduğunu söyler.” Bu açıklamayı örnekle daha anlaşılır hale getirelim.“Bir konu hakkında rapor hazırlayan grubun başındaki başkan, ekibiyle birlikte aylarca süren çalışmasının sonuçlarını öğretmenlerine sunar. Haftalarca gece-gün8düz demeden çalışmış olan öğrenciler de grubun sorumlusu başkanla birlikteydi ve emeklerinin meyvesini sundukları için gurur duyuyorlardı. Ancak başkan tanıtım. Tamamladığında, öğretmen ona dönüp olay edercesine, “Bu düşünceler gülünç. Bunları kabu etmem mümkün değil” diye ekledi. Başkan, fena halde mahcup ve gururu kırılmış bir halde sessizliğe bürünerek, toplantının devamı boyunca asık bir yükle oturdu. Grubundaki kişiler çabalarını savunmak amacıyla birkaç rastgele bazısı düşmanca saptamalarda bulundular. Öğretmenin o sırada çağrılmasıyla toplantı aniden bitti ve ardında tatsızlık ve öfke tortuları bıraktı.Bunu takip eden iki hafta boyunca grup başkanı, öğretmenlerinin kendisine söylediklerine takılıp kaldı. Şevki kırılıp, bunalıma girerek, okulda artık hiçbir önemli görev alamayacağına ikna olmuş ve okulu sevdiği halde ayrılmayı düşünmeye başlamıştı.Sonuçta grup başkanı öğretmenini görmeye gitti ve ona toplantıdaki eleştirici sözlerini ve bunların moralini nasıl bozduğunu hatırlattı. Ardından da, kelimelerini özenle seçerek, “Ne yapmaya çalıştığınız konusunda kafam biraz karışmış durumda. Sanırım tek amacınız beni mahçup etmek değildi; acaba başka bir amacınız var mıydı?” diye sordu. Öğretmen çok şaşırdı; öylesine söylediği sözlerin bu denli yıkıcı olacağını hiç düşünmemişti. Hatta yazılım planını oldukça umut verici nitelikte bulmuştu; ancak üzerinde biraz daha çalışılması gerektiğini düşünüyordu. Tamamen işe yaramaz diye bir köşeye atmak niyetinde hiç değildi. Sadece tepkisini çok kötü bir biçimde dile getirdiğini ve kimsenin duygularını incitmek istemediğini söyleyerek, geç de olsa özür diledi.Bu, insanların çabalarını doğru yönde sürdürebilmeleri için gerekli bilgiyi almasını sağlayan bir geribildirim sorunudur. Geri bildirim, bir parçasının sistemdeki diğer tüm parçaları etkilediği ve rotadan çıkmış bir parçanın daha iyi sonuç verecek şekilde değiştirilebileceği anlayışı çerçevesinde, “sistemin bir parçasının nasıl çalıştığına dair bilgi alışverişi” demektir. Bir grupta herkes sistemin parçasıdır ve geri bildirim de eki bir candamarıdır bu bilgi alışverişi sayesinde, insanlara yapmakta oldukları işin iyi gittiği ya da hassas ayar istediği, kalitesinin yükseltilmesi veya tamamen yeniden yönlendirilmesi gerektiği bildirilir. Geri bildirim olmadan insanlar karanlıkta kalır; kişiler kendilerinden beklenenler açısından ne durumda oldukları hakkında bir fikirleri yoktur ve her türlü sorun zamanla daha da çetrefilleşir. Geri bildirimi karşımızdakine sunarken;Belirleyici olun: Belirli bir olayı, değişiklik gerektiren bir anahtar9 sorunu, ya da bir işin belli kısımlarını iyi yapamamak gibi, bir eksiklik modelini el ealın. Sadece “bir, şeyleri” yanlış yaptığını duyup tam olarak neyi değiştirmesi gerektiğini bilmemek, insanlarınmoralini bozar. Belirli noktalara odaklanarak kişinin neyi iyi neyi kötü yaptığını, nasıl değişebileceğini belirtir. Lafı dolaştırmayın, saptırmayın ve eleştiriyi kaçamak bir şekilde yapmayın, bu asıl vermek istediğiniz mesajı bulandırır. Tam olarak sorunun ne olduğunu söyleyin, yanlış olan şeyin size ne hissettirdiğini ve neyin değişebileceğini belirtir. “Levhson şöyle der. “Övgüde olduğu kadar eleştiride de belirli olmak önemlidir. Belirsiz bir övgünün hiçbir etkisi olmadığını söyleyemem ancak çok etkili değildir ve ondan bir ders alamazsınız.” “Bir çözüm önerim: Eleştiri, yararlı olan bütün geribildirimler gibi, sorun yaralan eksikliği giderecek bir çözüm göstermelidir. Aksi takdirde eleştirilen kişi kendini açmazda hisseder, morali bozulur ya da hevesini kaybeder. Eleştiri, kişinin farkında olmadığı olasılıklara ve seçeneklere kapı açmalı veya kişinin dikkat etmesi gereken eksikliklerine karşı duyarlılığını artırmalıdır. Ancak bu, sorunlarla nasıl başa çıkabileceğine dair önerileri de içermelidir.“Bir çözüm önerin: Eleştiri, yararlı olan bütün geribildirimler gibi, sorun yaratan eksikliği gidercek bir çözüm göstermelidir. Aksi takdirde eleştirilen kişi kendini açmazda hisseder, morali bozulur ya da hevesini kaybeder. Eleştiri, kişinin farkında olmadığı olasılıklara ve seçeneklere kapı açmalı veya kişinin dikkat etmesi gereken kesikliklerine karşı duyarlılığını artırmalıdır. Ancak bu, sorunlarla nasıl başa çıkabileceğine dair önerileri de içermelidir. Duyarlı olun: Bu, konuşmamızın içerik ve biçiminin, karşımızdaki üzerindeki etkisine karşı duyarlı olmak anlamında, empati göstermeye bir çağrıdır. Devinson’a göre empati duyusu zayıf olan öğretmenler, kırıcı bir şekilde karşıdakini yerin dibine geçirerek kınamak gibi bir geribildirimde bulunmaya en yatkın olanlardır. Bu tür eleştiri, yıkıcı bir etki yaratır. Düzeltme yolunu açacağı yerde içerleme, kırgınlık, savunmacılık veya araya mesafe koyma şeklini olan bir duygusal ger9i tepme yaratır. “Okul sıralarından geçerek iş hayatına atılan her insanın öğrencilik esnasında sevdiği ve sevmediği öğretmenlerini niçin sevdiğini veya sevmediğini kendine göre izah etmesi mümkündür. Bugün okul sıralarında bulunan öğrencilerinde bu konuda söyleyecek çok şeyi vardır. Fakat bu değerlendirmeler tam ve güvenilir değildir. Çünkü değerlendirmeyi yapan öğrenciler henüz objektif değerlendirme yapacak çağda değildir. Temel eğitim ve orta öğretim öğrencileri bu değerlendirmeyi kendi Mufaat ve iyilikleri yönünden yaparlar. Ama yine de bize öğrencilerle nasıl bir ilişki kurmamız gerektiğinin ipuçlarını verirler. Bir anket yapılsa öğrencilere “Bir öğretmeni sevmeniz için hangi özellikleri taşıması gerekir” diye sorulsa, aşağı-yukarı şu vasıflar sıralanır.-İyi ders anlatsın yardım etsin kırık not vermesin, -Eşit davransın, öfkelenmesin, güler yüzlü olsun;-Güzel giyinsin, ödev vermesin... vs.Öğretmen-öğrenci ilişkilerinde öğretmen açısından dikkat edilecek hususlar:“Öğretmen bilgiyi ive doğruyu kendi tekelinde olarak görmemelidir. Böyle bir durumda ise öğrenciler öğretmenlerin doldurmaları gereken “kaplara”, “depolara” dönüşmektedir. Öğretmen kapları ne kadar iyi doldurunsa o kadar iyi öğreten, öğrenciler de ne kadar uysalca teslim olurlarsa o kadar iyi öğrencilerdir. Bu yığmacı bir eğitim anlayışıdır. Bu anlayışa göre, bilgi kendini bilgili sayan kişilerin, hiçbir şey bilmez saydıkları kişilere lütfettikleri bir armağandır. Öğretmenler bilgi ve doğruyu kendi tekellerinde görmemeli, ikili yaklaşımla, görüşme ve tartışmalarla sonuçlara varılmasına ve çözüm yollarının ortaya çıkarılmasına önem vermelidirler. Bu ise, öğretmen öğrenci çelişkisini ortadan kaldıracak öğrencilerin öğretmen:” “öğretmenin öğrencileri” kavramları yerini öğrencileşen öğretmenler”, “öğretmenleşen öğrenciler” kavramlarına bırakacaktır.” “Çocuğun her yaptığı işin neye yaradığını, her inandığı şeye niçin inandığı bilmesi gerekir. Amacımız, ona bilimi vermek değil, gereğinde bilimi kendi edinmesini, ona tam değerince önem vermesini öğretmek, herşeyden önce doğruyu sevdirmektir. Bu yöntemle az ilerlenir, ama yararsız hiçbir adım atılmış olmaz ve geri dönmek zorunda da kalınmaz.” Dikkat edileceği üzere, sürekli öğretmenin yapması gerekenler üzerinde durduk. Düşüncemiz ideal bir ilişki kurma becerisini gösterdiğinde öğrenciler arzu edilen davranışları gösterecektir. Bu konu daha büyük araştırmalara ihtiyaç duyar. Çünkü şu an önümüzdeki en büyük problemdir. Sağlıklı bireyler yetiştirmek, ancak gerçek öğreticiler yetiştirdiğimizde mümkün olacaktır.
Kaynaklar: H.İ.Yalım, Öğretim Teknolojileri ve Materyal Geliştirme, Nobel Yay., 4.Baskı, Ankara 2001, s.12F.Ataç, Öğretmenler İçin Öğrenci Psikolojisi, Epsilan Yay., İstanbul 2001, s.11-15A.Ebugutte, Öğretim Metodları, Yasin Kitabevi, İstanbul 2001, s.93-94M.Kara, Bursada Tarikatlar ve Tekkeler, Sır Yay., 2. Baskı, İstanbul 2001, s.258D.Goleman, Duygusal Zeka, Varlık Yay., İstanbul 1998, s.198H.Levinson, Feedback to Suberdinates, Addentum to teh Lovinson Letter, Levinson İnstitute, Waitham 1992.D.Goleman, Duygusal Zeka, Varlık Yay., İstanbul 1998, s.199F.Bayraktar, İslam Eğitiminde Öğretmen, Öğrenci Münasebetleri, Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., İstanbul 1997, s.221-224S.Büyükkaragöz, Cuma Çivi, Genel Öğretim Metodları, Beta Basım, İstanbul 1999, s.39J.J.Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylef, Cam Yay., İstanbul, 1998, s.84
/div>
nd #comments -->